Reklam
Reklam
Reklam

Corona İklimi'nde Siyaset ve Ekonomi

Saadet Partisi Samsun İl Başkanı Temel Armutçu, Corona bir virüs mü? Ya da Biyolojik silah mıdır? İddiaları değerlendirilecek olursa; Her iki iddiayı da haklı çıkartacak birçok tarihi olaylar ve sebepler mevcuttur. Bütün bunlar tartışılıp müzakere edilebilir.

Reklam
Corona İklimi'nde Siyaset ve Ekonomi
20 Mayıs 2020 - 14:57
Reklam
Başkan Armutçu; Ecdadın; “Karıncayı bile incitmez” sözüyle mahlukların en zayıfı görülen karıncadan bile milyon kere küçük olan ve gözle görülemeyen ölümcül bir virüsün; Bütün dünyayı korkutup sağlığı ve hayatta kalmayı birinci derece öncelikli acil sorun haline getirerek, bulaşıcılık ve enfeksiyon riskinin sokaktaki sıradan bir insandan birkaç adımda ülkelerdeki en tepe yöneticiye dahi bulaşma ihtimalinin gerçek olması; Bütün dünyada gelişen teknoloji, ulaşım, iletişim, ticaret, eğitim ve turizm imkanları ölçüsünde güneşin doğduğu topraklardaki insanlar ile güneşin battığı topraklardaki insanların aslında ne kadar yakın ve iç içe olduğu gerçeğinin dünyayı yönetenler tarafından idrak edilmesini sağlamıştır.
Akıllı insanlar başkalarının ve kendilerinin başlarına gelenden ders alırlar, almalıdırlar. Eğer böyle olursa  bütün dünyanın ve insanlığın geleceği için hayırlı ve güzel adımlar atılabilir.  Peki, olur mu? Bakalım;
26 Mart 1975 tarihinde kabul edilen Birleşmiş Milletler Biyolojik Silahlar Sözleşmesi imzalanmıştır.  Ülkemizin de dâhil olduğu 143 devlet tarafından biyolojik silahların geliştirilmesi, üretimi, depolanması ve imhasına dair sözleşme yürürlüğe girmesine rağmen, biyolojik silahların geliştirilmesine yönelik çalışmalara soğuk savaş yıllarında devam edilmiş ve bu güne kadar da süregelmiştir. Çoğunlukla genetik mühendisliği ve gen aktarımı yoluyla  yapılmakta olan Biyolojik silahların üretiminde özellikle ABD, Rusya ve İsrail faaliyetlerini örtülü olarak artırmaya devam etmiştir.
Kimyasal Silahlar konusunda; Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW)  tarafından 29 Nisan 1997 tarihinde yürürlüğe giren ve halen 190  üye devlet sayısına ulaşan Kimyasal Silahların Yasaklanması Sözleşmesi’ne göre; Üye Devletlerin Sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihinden itibaren kimyasal silah geliştirmeme, üretmeme, stoklamama, kullanmama ve şayet ellerinde kimyasal silah varsa 10 yıl içinde bunları en kısa sürede üretim tesisleriyle birlikte imha etmeyi kabul ve taahhüt etmesine rağmen;  Başta Amerika, Fransa, Rusya tarafından güya “savunma amaçlı olarak” bir miktar “kimyasal güvenlik stokunun” muhafaza edilmesine izin verilmesini istemiştir. Ve bu kimyasal silahlar halen mevcuttur. Japonya hariç göstermelik uygulama dışında imha edilmemiştir.
Şimdi dünyayı yöneten güç merkezlerinin düzeleceğine ve CORONA VİRÜSÜ sonrası daha farklı bir dünya olabileceğine inanabilir miyiz?
Sürekli savaş çıkartan devletler “kimyasal silah” üreticisi ve stok sahipleridir, ama kimyasal silahlara karşı çıkanlar da onlardır. Kendi üretip sattıkları kimyasal silahları kullananlara karşı onların deyimiyle yaptıkları  “mükemmel saldırıları” ile  sürdürdükleri “savaş düzeninin” bekçileri olan bu devletlerin; İnsanlığı kurtarıyormuş gibi yaptıkları kurtarıcı rolü aldatıcıdır. Savaş yanlısı bu devletlerin ihtiyaç duydukları şey barış değil, savaştır. Uluslararası silahsızlanma derler, silahlanırlar. Devletlerin kurduğu düzende insanların alınyazısı savaş ve savaşmak olmamalıdır. 
Ancak; İnsanlık tarihi boyunca hayatın deveran ettiği görülmektedir. Failler değişse de fiiller aynıdır. “Can çıkmayınca huy çıkmaz” Misali; “CORONA MUSİBETİ” şartlarında oluşan zorlama iyilik ve güzelliklerin (!) yerine,  şartların normalleşmesiyle eskisinden daha sinsi, ama daha şiddetli saldırıların gelmesinden korkulur.
İnsanlığın bütün güvenlik beklentilerini tehlikeye düşüren asıl risk; Dünyanın ürettiği reel ticaret ile faiz ve illegal ve ahlâkdışı ticaret hacmi üzerinde devletlerarası yürütülen ekonomi savaşlarıdır.
Çünkü; “Yüz milyon insanın ölümü pahasına, iki dünya savaşı çıkartarak kurduğumuz dünya düzenini, Erbakan adında bir adamın iki seyahatiyle D-8’leri kurup yıkmasına müsaade edemezdik” diyerek 28 Şubat darbesini yapan ve yaptıran Küresel Emperyalizm’in temsilcileri, binlerce yıllık plan ve programlarından hiçbir zaman ve hiçbir durumda vazgeçmediler ve vazgeçmezler.            
Devlet Yönetimi basit anlamıyla; Hükümet, kurumlar ve yönetim kadrolarıyla birlikte planlanan ekonomik, sosyal ve siyasi projelerle yönettikleri insanların maddi ve manevi beklentilerini yerine getirmeyi gerektirir.
Anayasa’nın 58. maddesinde;  “…Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.” Denmektedir.
Devlet Vatandaşının: Akıl, ruh, beden ve toplum sağlığını, neslin sağlığını; Can ve mal güvenliğini; Ticari serbestlik, kazanç ve sermaye güvenliğini;  İstiklal, istikbal, seyahat, haber, bilgi,  itibar, haysiyet  ve ahlak güvenliğini sağlayacak tedbirleri almak durumundadır.
İstanbul Sözleşmesini imzalayan ve evvelinde de Türk Ceza Kanununda buna paralel yasal değişiklileri yapan Ak Parti Hükümetleri; İslami hassasiyetler, genel ahlak ve neslin sağlığını koruma  konusun sınıfta kalmıştır.
Şeyh Edebali’nin; “İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın” sözünü prensip edinen devlet ve devlet adamlarının insanı tanıması gerekir. İnsanı yönetmek için insanı tanımak gerekir.
Hayatın içinde bulunan insan yaratılış itibariyle biyopsikososyal bir varlıktır. İnsanın refah ve mutluluğu için de, bu üç temel faktörün yaşanabilir bir denge halinde bulunması elzemdir. Biyolojik bir varlık olarak insanın yeme, içme, giyinme, barınma ve ısınma gibi zaruri ihtiyaçları vardır. Psikolojik bir varlık olarak insan beyni ve ruhsal yapısı dengesizliği, istikrarsızlığı ve belirsizliği asla kabul etmez. Sosyal bir varlık olarak insan ise işi, kazancı ve itibarı olan bir karakter olarak toplum içerisinde bir yer kazanmak ister.
Bu denge bozulduğunda, meselâ işsiz kalan ve kazancı olmayan insanda; Kendinden emin olamama haliyle birlikte ruhsal dengesinde bir çöküş başlayacaktır. Dolayısıyla işsiz kalan bir insan geleceğe güvenle bakamayan, özgüveni sarsılmış bir birey olarak toplum içerisinde değersizlik duygularına kapılacaktır. Bu konuda yapılan araştırmalar; İşsizlikle birlikte stres hormonlarının faaliyetlerinde artış olduğunu, gerilim, uykusuzluk ve sinirlilik durumlarının sıkça görüldüğünü ve buna bağlı olarak psikosomatik (psikolojik sebeplere bağlı) hastalıklarda artış olduğunu ortaya koymaktadır.
Toplumu yönetenlerin dikkate alması gereken önemli bir durum; Bireysel olarak ağır psikolojik travmaları tetikleyen işsizliğin, bütün toplumu da etkilemesi sonucunda; İşsiz kalan insanlarda işsizliğin oluşturduğu korku, fiziksel ve ruhsal sağlığının bozulması, toplumun değer yargılarının yitirilmesiyle ortaya çıkan ümitsizlik, yoksulluk ve toplumsal dayanışmanın bozulmasıdır. Bu durum özelikle evlenme sayılarında azalma ile boşanma ve intiharlara psiko-sosyal anlamda temel oluşturur.
Ülke insanının ekonomik problemlerinin çözümü için bir an evvel Üretim Ekonomisi uygulamasına geçilmelidir. Bu duruma göre oluşturulacak ekonomik plan ve programlar mutlaka öncelikli olarak (yerli veya yabancı olsun);  Yatırım-Üretim-İstihdam dengesi üzerinde planlanıp uygulanmalıdır.  Bu gün içinde bulunduğumuz ortamda; Salgın hastalık nedeniyle sokağa çıkma yasağı uygulaması ve diğer tedbirler ile iş gücü ve istihdamdaki düşüşlere paralel olarak ciddi bir talep daralması oluşmuştur. Bu duruma bağlı olarak da ekonomik durgunluk (resesyon) meydana gelmiştir.
Yatırım-Üretim-İstihdam dengesi bu nedenle önemlidir. Zira; Yüksek İstihdam, tüketimi güçlü kılarak üretilen ekonomik mal ve hizmetin de farklı talepler ile hane halkı olarak satın alınması suretiyle toplumsal alana yayılmasını temin eder.  Bu duruma bağlı olarak üretim gücü ve üretim çeşitliliği de artarak bütün sektörleri ve nihayetinde ekonomiyi güçlü kılar.
Yatırım-Üretim-İstihdam dengesi dışında özellikle fon olarak gelen yabancı sermaye, kendi ülkesine göre daha yüksek faizle para satarak veya  bir spekülasyon aracı olarak  ülkenin ekonomik gücünü sömüren veya tehdit eden unsura dönüşür.  Oysa, İstihdam ağırlıklı fabrikasyon bir yatırım ve üretimin belirli bir yüzdesini yurt içine, belirli bir yüzdesini de ülke dışına ihraç eden yabancı sermayenin bir spekülasyon veya tehdit unsuru olması oldukça zordur. Yine bu denge dışındaki yerli sermaye ise üretilen toplam ekonomik güç ve refahın toplumsal tabana yayılmasını olumsuz etkiler.
1980 sonrası ve özellikle Ak Parti iktidarları döneminde izlenen liberal ekonomi, özelleştirme programları ve küçülen devlet politikalarıyla devletin iktisadi alandan uzaklaştırılması sonucu:
Kamu İktisadi Teşebbüsleri, stratejik kurumlar ve devlet içerisinde (Karayolları, Tedaş, kamu kurumları güvenliği gibi) önemli alanlardaki hizmetler özel firmalara ihale edilmek suretiyle ekonomik güç yerli veya yabancı ortaklı özel müteşebbislerin eline geçmiştir. Devlet içerisinde özel firmalara bağlı taşeron işçilik gibi bir garabet oluşmuştur.
Böylece; Devlet aklı ve devlet sorumluluğu olmayan, ticari amaçla düşük maliyet ve yüksek kâr elde etmeyi amaçlayan özel müteşebbisler de, rantabl düşünerek kısa zamanda sabit maliyetleri azaltmak amacıyla işçi çıkartma yolunu tercih etmişlerdir.
Meselâ, Bütün ülkede; Karayolları,  PTT Genel Müdürlüğü, Türkiye
Elektrik Kurumu, Tekel İşletmeleri, Şeker Fabrikaları, Sümerbank, Diğer Kamu İktisadi Teşebbüsleri, Kamu kurum ve kuruluşlarında taşeron firmalara ihale edilen temizlik, güvenlik ve benzeri işler kamu sektöründe istihdam seviyesi oldukça büyük bir orandır. (Değerinin onda birine satılarak özelleştirilen işletmelerdeki değer kaybı hariç)  Paranın değeri izafi ve özgül ağırlığı hafiftir. Tabandan beslenen ekonomide güçlenen tüketici (İşçi, Memur, emekli, çiftçi… vb.) elindeki para ve sermaye, mal ve hizmet arzını doğrudan veya dolaylı olarak elinde bulunduran esnaf, firma, banka ve bütün sektörleri aşağıdan yukarıya doğru dengeli bir şekilde besleyecektir. Aynı dengeli  dağılımın yukarıdan aşağıya doğru olması pek mümkün değildir.
Ülkemizde son yıllardaki gelişmeler dikkate alındığında gıda, tarım ve hayvancılık alanında acil tedbirlere ihtiyaç duyulduğu görülmektedir.
Tarım ve hayvancılık, ülke halkının sağlığı, ticareti ve geçimiyle birlikte ekonomik anlamda da; Tarım imalat sanayi, yem sanayi,  gübre sanayi, gıda üretim sanayi, depolama, nakliye, tarımsal ilaç ve ilaçlama, tohum üretimi ve akaryakıt gibi birçok sektörü beslemektedir.
Kısa, orta ve uzun vadeli plan ve programlarla 5 veya 7 yıl içerisinde tarım alanında kendine yeterek özelikle Asya-Afrika ve Avrupa’da ciddi anlamda bir ihracat potansiyeline sahip oluruz.
Bu hayal değil, tamamen tahayyül-tasavvur, plan ve tatbikat meselesidir. Rahmetli Erbakan
Hocamız; “Teknoloji Allah’ın rahmetidir. İman varsa, imkân da vardır” Diyordu. Bu konuda üç önemli örnek vermek isterim.
-1960 yılının teknolojisiyle Amerika aya çıkmayı planladığında bir bilgisayarı bile yoktu. Ancak, Hedef, plan, programlama ve çalışma sonucu yedi yıl içinde aya çıktılar.
-19 Mayıs 1919 Atatürk’ün Samsun’a çıkışı ile 23 Nisan 1920  Ankara’da TBMM’nin açılışı. 11 aylık bir sürede; Başkenti ile birlikte bütün şehirleri ve bütün limanları işgal edilmiş, orduları terhis edilmiş ve meclisi dağıtılmış bir millet inanmış bir kadroyla tam 11 ayda yeni bir devlet kurdu.
Ve 54.Erbakan Hükümeti; Tam on bir ayda; 94 gibi önemli bir ekonomik kriz sonrasında ve pamuk ipliğine bağlı bir koalisyon hükümetiyle; Küresel güçlerin ve ülke içerisinde de 28 Şubat darbecilerinin bütün baskı ve entrikalarına rağmen; Para basmadan, vergi koymadan, zam yapmadan ve borç almadan tam on bir ayda ekonomiyi düzlüğe çıkartmıştır.
Plansızlık eşittir başarısızlık;  Misal; Eleştiri olarak değil, sadece güncel ve ciddi bir örnek olduğu için; Şu maske dağıtımı. İyi bir örnektir. İktidarın da iddia ettiği gibi ülkede herkes sağlık yönünden ilaca rahatlıkla ulaşabiliyor ki bu doğrudur. Öyle ise; İlaç tedarik zincirine bir bakalım. Vatandaşın zaten ilaç aldığı eczaneler aynı zamanda maskenin zaten temin ve satışını yapıyordu. Öyle ise tedarik zincirinin ikinci basamağı ecza depoları değil mi? Tamam. Nasıl ilaçlar veriliyor ise maskeler de ecza depolarına verilirdi. Stok kontrolü, temini ve gerekirse ücret sübvansiyonu tedarik zincirinde kayıtlı olacaktır. Vatandaş nasıl ilaç alıyor ise eczanelerden alırdı. Maske bittiğinde de tıpkı ilaç temini gibi ecza depolarından maske istenip temin edilir.
Dolayısıyla inanmış, ehliyetli, liyakatli, azimli ve kararlı bir kadro ile yapılamayacak iş ve aşılamayacak engel yoktur.
Tarım ve hayvancılık için öncelikle; Tarımsal mekanizasyon ve imalat sanayinin mevcut alt yapısı itibariyle, planlanan ve belirlenen hedeflere göre sektörel organizasyon analizi yapılarak, gereken teknolojik eksiklik ikmal edilir.
Özellikle GAP bölgesi, Samsun, Amasya ve Çukurova gibi önemli tarım bölgelerinde üretim için gereken alt yapı üretim maliyetlerini düşürme yönünde ikmal edilmelidir. Meselâ; Sulama kanalları olmadığından dolayı yüksek maliyetle açtıkları kuyulardan elektrikle ürün sulamak zorunda kalan çiftçiler için elektrik enerjisi üretim maliyetini artıran önemli bir etkendir. Kısa vadede sübvansiyonla sulamada ücretsiz elektrik kullanılması, uzun vadede sulama kanallarının yapılması bu soruna olumlu bir çözüm olacaktır.
Üretim Kooperatiflerinin kurulması; Bilgi, donanım ve organizasyon bakımından; Tarım Müdürlükleri, Yerel Belediyeler, Toprak Mahsulleri Ofisi, Ziraat odaları ve Ziraat Fakülteleri’nden temsilcilerle güçlendirilerek,  Ziraat Bankasından faizsiz desteklenmesi. Üretim maliyetlerine etki eden tohum, gübre, akaryakıt ve nakliye desteği oldukça önemlidir.
Uzun vadede: Finansal destek için mutlaka ikinci dünya savaşı sonrası Almanya’nın yaptığı gibi yatırım bankacılığı oluşturulmalıdır. Tarımsal mekanizasyon ve imalat sanayi ile birlikte bütün sektörleri olumlu etkileyecek demiryolu ulaşım ağı elzemdir. Ulaşım yönüyle demiryolu ulaşımı gelişmiş ülkelerin olmazsa olmazıdır. Kapıkule-İstanbul-Samsun-Sarp kapısı; İzmir-Ankara-Samsun; Trabzon-Erzurum-Van; Van-Diyarbakır-Şanlıurfa-Gaziantep-İskenderun ve Samsun-İskenderun demiryolu hatları bütün ülke ekonomisine olumlu etki edecektir. Rusya ve diğer ülkelerden gelen ekonomik mal ve hizmet, GAP bölgesinde üretilen ticari mal ve hizmet akışı ülkenin her yöresine ve ülke dışına zaman ve maliyet açısından rantabl ve optimum seviyede ulaşabilecektir. Aynı şekilde Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde desteklenen hayvancılık ucuz maliyet ve nakliye  ile diğer bölgelere ulaşabilecektir. Trenlerde mutlaka bulundurulacak olan soğutuculu vagonlar ile ürünlerin bozulmadan ve ucuza taşınabilme imkânı oluşacaktır. Bu gelişmeyle doğru orantılı olarak; Kırsal bölgelerde  verimli ve aktif hale gelen iş ve iş gücüyle birlikte kent merkezlerinde yoğunlaşan ülke nüfusu da kırsal bölgelere doğru olumlu anlamda tersine göç dalgası oluşacaktır.
Dünya Ticaret Örgütü tarafından konulmuş olan (pancar, tütün, fındık ve benzeri) ürün ve üretim kotaları mutlaka ülke menfaatine göre revize edilmelidir. Meselâ, burası Samsun;  40-50 yaşlarında olanlar 30’a yakın yerli sigara markası sayabilirler. Biz sigara içmesek de; Türkiye’de günlük on beş milyon paket sigara tüketildiğini bilmek akıl sahibi her insanın bu pazarın büyüklüğünü anlamasına yeterlidir. Sigaranın sağlığa zararı elbette inkâr edilemez. İnsan ve toplum sağlığı  ve neslin sağlığı için mücadele elbette şarttır. (Ama madem öyledir, sigara yabancı olunca bu sorun olmaktan çıkmaz.)
Sigara pazarının 5 yabancı şirketin hâkimiyetine geçtiği Türkiye’de, sigara üreticilerine bir yılda yaklaşık 100 milyar liranın üzerinde bir meblağ ödendiğini bilmek insanı düşündürmektedir. Sadece Samsun da tütün üretimi; çiftçi, fabrikasyon üretimi ve istihdam yönüyle değerlendirildiğinde yüz küsur milyar liranın yüzde sekseninin Samsun şehrinin ekonomik sektörlerini nasıl harekete geçireceğini hayal edin ya da; Türkiye’nin altıncı büyük şehri ve bölgesinde 15 ile kalkınma merkezi olan eski Samsun’u eskilere sorun. Buna ilaveten elbette şeker fabrikaları;  Pancar ve tütün ekilmesi ve fabrikasyon işlenmesiyle  istihdam edilen binlerce işçi. Sadece Çarşamba şeker fabrikasına pancar üreten 8700 çiftçi ailesi… Tarım ve hayvancılık yönüyle ülkenin önemli ve verimli tarım havzası olan Samsun kırsalında 11-12 kişilik köylerin bulunması, doğduğu yerde doyamayan insanların geçim derdi ve gelecek kaygısı nüfusun kent merkezlerine yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu ekonomik ve sosyal problemler; Ehliyetli, liyakatli ve kararlı kadroların planlı ve programlı uygulamalarıyla kısa ve orta vadede büyük ölçüde çözülebilecek meselelerdir.
Teknoloji, iletişim, inovasyon, yazılım mühendisliği konuları çok önemli olmakla birlikte, hepimizin bildiği gibi Googlee arama motoru ve Facebook, Twetter gibi sosyal medya ağları Amerikan Savunma Bakanlığı ve Pentagon’un isteği doğrultusunda CIA tarafından iletişim amaçlı geliştirilen ve daha sonra da hem gelir amaçlı ve hem de en önemlisi açık istihbarat amaçlı en önemli kaynak olarak kullanılmaktadır.
Yetmiş yıldan beri araba motoru yapmak için uğraşan Türkiye, İNTERNET AĞI ARAMA MOTORU’nu mutlaka yapabilmelidir. Meselâ; Ankara’da ve Eskişehir’de nükleer saldırılardan bile etkilenmeyecek şekilde büyük bir kısmı yer altına kurulacak bir İNTERNET ANA SERWER MERKEZİ mutlaka oluşturulmalıdır. Merkez Bankası İstanbul’a taşınır ise o bina idealdir.
Bu projeyi ASELSAN önderliğinde yapabilecek yazılım mühendisliği ülkemizde vardır. Ekonomi, siyaset ve sosyal anlamda fazlamız var, ama eksiğimiz yoktur. Yukarıda üç örnek verdik. On bir ayda küllerinden doğan bir devlet kurduk. ABD altmışlı yılların teknolojisi ile yedi yılda aya çıktı. On dokuz yıl tek başına ülkeyi idare edenlerin mazereti ne olabilir. Düşman, O her zaman vardı. 1919’da ve 1920’de  olduğu gibi, 2019’da ve 2020’de de var. Ve hiç yok olmayacak…
İktidar partisini eni-konu eleştirmedim, ama düşman mazeret olacak ise; İçerde düşman aramayın, düşman dışarıda…
Hani; ”Amerika’sız ve İsrail’siz bir dünya olmaz” diyordunuz ya! FETÖ ve PKK’nın akıl hocası da, ipini tutan da onlar… Düşman dışarıda…
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın!...


 
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum